14 Mayıs 2011 Cumartesi

Demirören AVM Hakkında

İstiklal Caddesi
Hayat dolu,canlı,cıvıl cıvıl ve her daim kalabalıktır İstiklal Caddesi.Eşine benzerine rastlamadığım kozmopolit bir özelliği barındırır bünyesinde.Her yanı tarih kokar.Tünelden,Taksim Anıtı’na doğru o şaşalı,mimari harika olan binaların arasından geçerken adeta bir zaman yolculuğu yapar,buranın tarihine kaptırırsınız kendinizi.Kalabalık su gibi akar ve sizde onunla birlikte sürüklenirsiniz.
Pasajları bir başkadır İstiklal’in.O sürüklenme esnasında olur da yolunuz Çiçek Pasajı’na düşerse,işte eğlencenin içinde bulursunuz kendinizi.En güzel Türk Sanat Müzikleriyle rakınızı yudumlarken zaman size oyun oynar ve nasıl geçtiğini anlamazsınız.Bir de her kesime hitap edecek nitelikte,birbirinden bağımsız alışveriş merkezi zincirleri görevi üstlenen pasajlar vardır ki bu pasajlar giyim kompleksi gibidir.
Nostaljk tramvay adeta bu caddenin maskotudur.Kimi zaman bir gelin gibi süslenir ve cadde boyu salına salına ilerler.Çaldığı her çanla halkı selamlar.Eğer ki içindeyseniz Galatasaray’da atlayın derim.Balık pazarına giriş yaptıktan sonra sağa dönün ve Nevizade tüm ihtişamıyla sizi karşılasın.Gençliğin bu barlar sokağında yerini aldığını göreceksiniz.Her yer ışıl ışıldır.Genç değilseniz bile size genç hissettirir burası.
Yine İstiklal boyunca uzanan kiliseler,camiler din mozaiğinin;tiyatrolar,sinemalar ise kültür ve sanat mozaiğinin bir göstergesidir.Elhamra,Emek ve Alkazar sinemalarında film izlemenin vermiş olduğu hazzı başka hiçbir salonda yaşayamazsınız.
Canınız sıkıldığında,içinizin açılması için sahafları dolaşmak,hiç görmediğiniz ya da duymadığınız kitaplarla,onların ilk basımlarıyla karşılaşmanız eminim keyfinizi yerine getirecektir ya da Haco Pulo’da içeceğiniz bir çay veya Türk Kahvesi…
Mevsim ne olursa olsun,İstiklal’de yürümenin keyfi her zaman bir başkadır.Kimi,hafif çiseleyen yağmurda elinde şemsiye olmasına rağmen açmadan yürür,kimi kar yağarken elindeki kestaneleri midesine indirerek içini ısıtır ve bu tarihi dokuyu seyreder.
Demirören AVM’nin Yükselişi
Bu güzide caddede yer alan Ağa Camii ile bir süredir kapalı olan tarihi Emek Sineması’nın bulunduğu Cercil D’Orient binasının arasında 2006 yılından beri bir inşaat sürmekteydi.Burada koca harflerle “Demirören İnşaat” yazmaktaydı.Yıllarca sürdü bu inşaat.Düşünün 5 yıl boyunca sürekli bir görüntü kirliliği yarattı.Önceleri,inşaatı örtüleyen paravan dolayısıyla neler olup bittiğini göremiyorduk.Ancak bu senenin başından itibaren neler olduğunu görmeye başladık.Bir imari cinayet işleniyordu,İstiklal’in silueti göz göre göre bozuluyordu.
Peki nasıl oluyordu bütün bunlar?
Demirören AVM’nin yapılışındaki hukuksuzluğun nasıl hukuka uygun hale getirildiğine bir bakalım:
18 Ekim 2004’de İstanbul 1 No’lu Koruma Kurulu, inşaatın yüksekliğinin,yanında bulunan Cercil D’Orient’ın saçak kotunda olabileceğine hükmetti.Buna karşılık 2007 yılında Bakanlar Kurulu aldığı bir kararla yetkiyi koruma kurulundan alıp “yenileme koruma kuruluna” verdi.14 Şubat 2008’de Yenileme Kurulu,Demirören AVM binasındaki cephe ve yüksekliğinin, hemen yanı başındaki tescilli kültür varlığıyla uyumlu olmadığına,bu yapıların 20. yüzyıl başındaki fotoğraflarına bakılarak yükseklik ve cephe düzenlemesinin belirlenmesine hükmetti.21 Aralık 2008’de aynı kurul, “Geçmişten Günümüze Beyoğlu” kitabının II. cildinde yayımlanmış (2004-1. baskı) eski fotoğraflardan yararlanılarak YTÜ’nün raporu doğrultusunda hazırlanan cephe düzenlemesinin kimi düzeltmelerle uygun olduğuna karar verdi.Ve yine aynı kurul 20 Eylül 2010’da yapılan cephe revizyonunu ilginç bir şekilde onayladı.
Yapılan iki kaçak kata göz yumuldu.Tüm yasal engellere rağmen hukuksuzluk aldı başını gitti.Komisyon ve kurulların işgüzarlığından,çelişkili yasalar nedeniyle oluşan boşluklardan en iyi şekilde yararlanan yatırımcı,sonunda yasal(!) bir yapı inşa edebildi.
Yapılışındaki hukuki rezalete uygun olarak,açılışı da bir o kadar rezalet oldu.Fazlalık olan katlar tıraşlanmadan,asansör montajları bitmeden,yürüyen merdivenlerin ayarları yapılmadan apar topar bir açılış yapıldı.Oysa içerisi ve dışarısı hala şantiye halindeydi ve her yer toz toprak içindeydi.Açıkcası çok merak ediyorum bu aceleciliğin nedenini!
Bu hukuksuzluğun inşasındaki sorumlular ise topu sürekli birbirlerine atıp durdular.Ancak bilinmelidir ki;çağdaş mimariden bihaber koruma ve yenileme kurulları,belediyeler,hiç bir şeye sesini çıkarmayan-ya da çıkartmak istemeyen-Mimarlar Odası,görevini rezil bir şekilde yürüten Kültür Bakanlığı,bukalemun gibi değişkenlik gösteren bilirkişiler ve raporları,birilerine şirin görünmek için araştırma yapan üniversiteler bu hukuki cinayetin failleridir.
Hukuki boyutunun yanında bu yapı İstiklal’den,Beyoğlu’ndan kültürel anlamda çok şey alıp götürecektir.Büyük bir kültürel kayıp yaşanacaktır.Artık insanlar İstiklal’e çıktıklarında,sinemaya,tiyatroya,kitapçılara gidecekleri yerde bu alışveriş merkezini tercih etmeye başlayacaklardır.Zira tüketmeye yönelik bir toplum olduğumuzdan mütevellit,bu tür AVM’lere yönelinmesi bizleri şaşırtmayacaktır.

İstiklal’nin, bir kültür-sanat merkezi olma özelliğinden çıkarılıp bir AVM merkezine dönüştürülmesini izliyoruz.Yazık,çok yazık…

18 Nisan Darbesi

Geçtiğimiz hafta milletvekili adaylıkları YSK’ya bildirildi ve bu bildirimle birlikte YSK’nın milletvekili seçilebilme yeterliliği için denetim süreci başladı.Bilindiği üzere BDP %10 baraj uygulaması sebebiyle seçime bağımsız adaylarla gireceğini açıklamıştı. YSK bu denetim sürecini tamamladı ve aralarında 7 BDP milletvekili adayının-bunlar arasında Hatip Dicle,Leyla Zana,Gültan Kışanak,Sabahat Tuncel,Ertuğrul Kürkçü,İsa Gürbüz ve Salih Yıldız var- bulunduğu 12 bağımsız milletvekilinin,adaylıklarını milletvekili seçilme yeterliliğini etkileyecek eski mahkumiyetleri bulunduğu gerekçesiyle iptal etti. Ayrıca ÖDP’nin de 12 Haziran seçimlerine katılamayacağı kararını verdi.ÖDP de YSK tarafından “memnu hakların iadesi” ve “askerlik belgesi eksikliğinden” veto yedi.Askerlik belgesi,Anayasa’nın 76. maddesine göre süreye tabi olmayan-tam kanunsuzluk- belgesidir. Tam kanunsuzluk halinde adli sicil kaydındaki engel hallerini de kapsayan konularda YSK re’sen araştırma yapabilmektedir.Dolayısıyla eksik belgeleri re’sen araştırmak durumundadır.Bu konuda YSK’nın örnek kararı bulunmasına rağmen,istenildiği takirde giderilebilecek bir durum söz konusuyken partiye veto gelmektedir.Ayrıca memnu hakların iadesi de YSK’nın re’sen araştırabileceği bir konu olmasına rağmen BDP milletvekili adayları da veto yemiştir. Bu karar basit bir karar değildir,Türkiye’nin yakın geleceğini önemli derecede etkileyecek,seçme ve seçilme hakkına darbe vuran bir karardır.YSK vermiş olduğu bu kararla Kürt halkının iradesine ambargo koyarak,meclis yolunu Kürtlere kapamıştır.Yıllarca önlerine %10 barajı koyularak meclise girmeleri engellenmek isteyen Kürt halkı artık bağımsız aday da olamıyor.Yani her iki şekilde de millet,iradesini meclise yansıtamıyor. Gelelim vetonun gerekçelerine: Kurul;Dicle,Zana ve Tuncel’in eski mahkumiyetleri nedeniyle sabıka kayıtlarını öne sürerek adaylıklarını iptal ediyor.Ancak kurulun unuttuğu bir şey var ki o da 2007 seçimlerinde Tuncel’in milletvekili seçildiği.Kışanak’ın ise adli sicil kaydında evlenmeden önceki soyadıyla arandığında milletvekili seçilebilmesini engelleyecek sabıka kaydı bulunduğunu söylüyor.Suçu Halepçe katliamı sebebiyle katıldığı izinsiz gösteri.Ama ne hikmettir ki Kışanak da 2007 seçimleriyle birlikte milletvekili olmaya hak kazanmıştı.İşte bu noktada kararın ne denli “siyasi” bir karar olduğu ortaya çıkıyor. İkinci bir ilginç nokta ise şu:Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü,12 Eylül döneminde devlete karşı suç işledikleri gerekçesiyle-ki bu suç izinsiz gösteriye katılmak-aynı cezayı almışlar.Önder,memnu hakların iadesi için bir karar almamış.Hatta Kürkçü affa bile uğramış.Baktığımızda Önder’in adaylığı için bir sorun söz konusu değilken Kürkçü aday olamıyor.Kürkçü’nün seçim bölgesine bakıyoruz:Mersin.BDP’nin tek adayı ve oy alabilme potansiyeli yüksek bir il.Sizce de bu durum kararın siyasi nitelikte olduğunu göstermiyor mu? Zana ve Dicle için de durum çok farklı değil.Her ikisi de Ankara 11.Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurarak memnu haklarının iadesine ilişkin kararı almak istiyor.Ancak mahkeme,2005 yılında yürürlüğe giren TCK nedeniyle,memnu haklarının kendiliğinden kazanıldığını belirterek,böyle bir karara gerek olmadığını söylüyor.Peki YSK ne yapıyor?”TCK’da yapılan değişikliğe göre(m.53),memnu hakların iadesi,cezanın infazının tamamlanmasıyla sağlanır.” yazısını dikkate almayarak memnu hakların iadesinin verilebilmesi için 3 yıllık süre geçmiş olması şartını dikkate alıyor. Eski mahkumiyeti olan bir diğer isim ise Recep Tayyip Erdoğan.12 Aralık 1998’de Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle yargılanmış ve 21 Nisan 1998’de DGM,Erdoğan’ı TCK 312/2 gereğince hapis cezasına çarptırmıştı.2002 seçimlerinde siyasi yasağının kalkması için meclise yasa teklifinde bulunulmuş ve Erdoğan’ın yasağı kaldırılmıştı.Şimdi soruyorum bu çifte standartlık niye? Ayrıca baktığımızda siyasi partiler için hukuki durum veya eksik belge için önceden uyarılarda bulunuyor da neden bu durum bağımsız milletvekilleri için de geçerli olmuyor?Dünyanın hiçbir yerinde görülemeyecek sudan gerekçelerle karşılaşmamız gerçekten çok acı. BDP’nin adaylığının yoğun olduğu bölgelere baktığımızda bu bölgelerde iki partinin başı çektiğini görüyoruz:BDP ve AKP. YSK’nın vermiş olduğu karar,bölgenin AKP’ye terk edilmesi anlamına geliyor.Ve bu kararın hemen ardından AKP Diyarbakır milletvekilleri ve Bakan Mehdi Eker,”Doğu’yu ve Güneydoğu’yu kimseye kaptırmayacakları” mesajını veriyor. %10 barajı ve Siyasi Partiler Kanunu yetmezmiş gibi verilen bu kararla ülkenin demokratik siyasetine müdahale edilerek Kürtlere resmen siyasi yasak getirilmiştir.”Sivil İtaatsizlik” başlıklı yazımda sorunun siyasi platformda sürdürülmesinin demokrasi ve barış açısından önemini vurgulamıştım.Ancak bu kararla birlikte yasal yollar kapanmış oluyor,TBMM zemininde siyaset yapmak engelleniyor.Bu halk sorunlarını mecliste dile getiremeyecekse,geriye tek bir yol kalıyor ki inanın bu da kimsenin istemeyeceği ve sonuçlarının ağır olacağı bir yol.Ülke bu kararla adeta uçuruma sürüklenmek istiyor. Peki ne yapılmalı? Henüz çok geç değilken bir an önce YSK vermiş olduğu bu karardan geri dönmelidir.İptallere ilişkin verilecek olan itirazlar dikkate alınmalı ve YSK daha önceden de yapmış olduğu gibi “maddi hata” var deyip adayların adaylıklarını tekrar iade etmelidir.Aksi halde YSK’nın veto gerekçesinin anayasadaki seçme ve seçilme hakkını engelleyecek bir karara dayanmaması halinde AİHM’e itiraz edilmelidir. Bunun yanında CHP’nin çözüm yolları için meclisi olağanüstü toplantıya davet etmesi ve %10 barajının da konuşulmasının gerekli olduğunu beyan etmesi oldukça yerindedir.Ana muhalefetin bu çağrısına kulak verilmelidir. Unutulmamalıdır ki millet iradesine ipotek koymak,Kürtleri siyasi arenanın dışına itmek bu ülkeyi kaosa sürükler,barışa gölge düşürür.

YGS Sorunsalı

27 Mart 2011'de YGS sınavı yapıldı ve aradan bir kaç gün geçmesiyle beraber büyük bir şifre skandalı patlak verdi.Önce herkes;"bu kadar da yapamazlar,yoktur öyle bir şey" demesine rağmen basının biraz üzerine gitmesiyle-keşke basın her olayda bu kadar cesurca hareket edebilse- ve geçen yıl yaşanan "KPSS skandalı"nın da etkisiyle kafalardaki soru işaretleri artmaya,olay arap saçına dönmeye başladı.

Doğal olarak kamuoyu ÖSYM'den bir açıklama bekledi ve suskunluğunu bozan ÖSYM bir basın toplantısı düzenleyerek bütün iddiaları yalandı.Gerekçe olarak basına dağıtılan kitapçığın sonradan hazırlandığını ve bu kitapçığın sınavda kullanılmadığını gösterdi.Başta başbakan olmak üzere,cumhurbaşkanı,başbakan yardımcıları,meclis başkanı,AKP milletvekilleri ve YÖK başkanı bu açıklamadan tatmin oldu.Yandaş medya da ÖSYM'nin bu açıklamasından sonra artık konunun kapatılması gerektiğini,yapılanların hükümeti ve ÖSYM'yi yıpratma politikası olduğunu vurguladı.

Ancak bu açıklamadan tatmin olmayan kesim,işin daha çok üzerine gitti ve sınavda mod medyan şifre yönteminin kullanıldığını,basına dağıtılan kitapçığın sınavdan önce hazırlandığını,sınavda da bu kitaçığın kullanıldığını,kitapçıkları basan yayıneviyle ÖSYM'nin aylardır süren flörtünü,İstanbul Eyüp'te sadece kız öğrencilerin sınava girdiği okulların bulunduğunu gün yüzüne çıkardı.

Ve sonunda ÖSYM'den beklenen açıklamalar geldi;"Programımız başarılıydı. Ancak Meteksan’da kitapçıkların hazırlanışı sırasında programın bir kısmı eksik çalışmış. Şıkları ve soruları rasgele dağıtması gerekirken, hep aynı kalıbı kullanmış. Biz de bunu sonradan fark ettik." Ve inanın bizler de bu açıklamayı yedik!

Yine ÖSYM tüm adaylara mektup yollamış.Mektupta şifreleme yönteminin ÖSYM'ce tespit edildiği,bütün sınava girenlerden özür dilendiği,yetkililerin istifa ettiği ve sınavın en yakın zamanda tekrarlanacağı elbette söylenmiyor.Söylenen şu:"geliştirilen yazılım çalıştırıldığında her soru için rastgele verilmesi gereken değerler "sehven" sıralı olarak verildiğinden, oluşturulan soru kitapçıklarında bazı sorularda en büyük değerli seçeneğin hemen sağındaki seçeneğin doğru cevap olması durumu ortaya çıkmıştır."

Görüldüğü gibi “sehven” kelimesiyle işin içinden çıkmak ne kadar da kolay.Yaptığın yanlışa yanlış diyemiyorsan,bu cesareti ve delikanlılığı gösteremiyorsan patlatıveriyorsun bu kelimeyi olay çözülüveriyor ve zeytinyağı gibi üste çıkıyorsun.Bu kelimeyle faili meçhul yaratıyorsun adeta.Bu kelimenin getirdiği sonuçlara bakın; insanlar sehven üniversite kazanacak,sehven meslek edinecek ve gün gelecek sehven ülke yönetecek.Sizce de "sehven" çıkalı eşekler çoğalmadı mı?

Savcılık soruşturma başlattı,Danıştay sınavı iptal etmeyip topu idare mahkemesine attı derken milyonlarca masum gencin psikolojisi altüst oldu.Düşünsenize 3 saatlik bir sınava tabi tutuluyorsunuz,bu sizin geleceğinizi belirliyor,hayatınızın en güzel döneminde böyle saçma sapan bir eğitim sistemine maruz kalıyorsunuz ve üzerine de bu sınavda "şike" mevzu bahis oluyor.Her kafadan bir ses çıkıyor,önce olay yalanlanıyor sonrasında ise mecburen kabul ediliyor.Ne yetkililer bu ayıp nedeniyle özür dileyip görevlerinden ayrılıyor,ne de bu yetkililerin açıklamalarını tatminkar bulanlar bir kez daha düşünmeyi göze alıyor.

Başbakan AP'de ve seçim vaatlerinde "ileri demokrasi"den bahsederken,bu skandal dolayısıyla eyleme gitmek isteyen liseli öğrencilerin okul müdürleri,okul cezaeviymiş gibi kapılara kilit vuruyor,eyleme giden öğrenciler ise joplanıp biber gazı yiyor,gözaltına alınıyor.Sonrasında başbakan AP'de avrupalılara "insan hakları" dersi verip,ülkesine ne denli demokrasi getirdiğini anlatıyor,üstüne de oradaki parlamenterleri fırçalıyor.

Son anayasa değişikliğiyle HSYK ve AYM'nin yapısını kendine göre şekillendiren,basılmamış kitabı imha eden,gazetecileri kendi hükümetini eleştiriyor diye içeri atan,cemaatleri soruşturan savcıya soruşturma açan,Ergenekon davasını eline yüzüne bulaştıran,KCK davasında hukuksuzluğu üst safhada tutan,nedense Deniz Feneri davasına hiç yanaşmayan,işçileri her seferinde biber gazına bulayan,üniversite gençliğini körelten,yıpratan bir zihniyetin ileri demokrasisini yaşamaktayız.Sıra lise gençliğine kadar geldi.Ahmet Şık'ın gözaltına alınırken sarfettiği sözler geliyor aklıma:"Dokunan Yanar Arkadaşlar!"

Olsun be gözüm,karanlıkların aydınlığa çıkması için varsın yanalım.Ama yılmayalım,tükenmeyelim...

Sivil İtaatsizlik

Sosyal sözleşme modern devletin inşası sırasında,bireylerin iradelerine dayanılarak yapılan bir sözleşmedir.Bu sözleşmeyle bireyler bir takım hak ve özgürlüklerinden ödün verir-doğal hakları hariç- ve karşılığında da toplum içinde özgürlük ve sahip olduğu şeyler üzerinde mülkiyet hakkı elde ederek,kendini güvence altına almış olur.
Sözleşmenin amacı ;bireylerin menfaatlerini koruyarak,güvence altına almak ve bu şekilde de devleti oluşturmaktır. Sözleşmede irade-rıza oldukça önemlidir.Zira bu durum siyasal iktidara itaatin meşruluğunu oluşturur.Bu şekilde bireylerin anlaşarak meydana getirdiği devlet ile aralarında karşılıklı bir etkileşim süreci başlar ki bunun akabinde de emir ve bu emre uygun davranmaya dayalı bir sistem oluşur.Bu sosyal sözleşmenin çiğnenmesi bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasını da beraberinde getirir.Bunun en önemli sonuçlarından biri sivil itaatsizliktir.
Sivil itaatsizlik, hukuk devleti düşüncesinin değerleri için, kamuoyu önünde gerçekleştirilen ve gerçekleştirildiği sırada bir başkasının daha üstün hakkına zarar vermeyen,sadece sosyal sözleşmenin çiğnenmesinden duyulan kaygıları dile getirmek için yapılan barışçıl bir protesto eylemidir .Buradaki amaç hükümetin politikasını ve çıkardığı yasaları tüm kamuoyu önünde eleştirerek,değiştirilmesini sağlamaktır.Şiddete dayanmayan,politik bir eylemdir.Dolayısıyla yasadışı olması yapılan eylemin meşru olmadığı anlamına gelmez.

Seçim virajına girdiğimiz bu günlerde BDP sivil itaatsizlik kararı aldığını kamuoyuyla paylaştı.BDP’nin böyle bir eyleme girişmesinin nedenleri var elbette.Bunlar başlıca: Anadilde eğitim, siyasi tutukluların serbest bırakılması,seçim barajının düşürülmesi ve askeri-siyasi operasyonların durdurulması.Bunların hepsini tek tek incelemekte fayda olduğunu düşünüyorum.
1)Anadilde eğitim sorunsalı:
Bir milleti birbirine kenetleyen,bir milleti millet yapan,onun varlığını ve devamlılığını sağlayan en önemli araçtır dil.Bir millet dilini özgürce yaşayamıyorsa,ona sahip çıkamıyorsa o millet asimile olmaya,kaybolmaya mahkumdur. bir halkın geçmişle bağının kopması,sağlıklı bir gelecek kurmasını engeller.
Türkiye’de karanlık “12 Eylül” dönemiyle birlikte Kürtçe dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir şekilde yasaklanmıştı.Gerçi Kürtçeyi yasaklama uygulaması sadece bu dönemde değil,cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bir politika haline getirilmişti.Bir “ulus” devlet kurulmuş,bununla beraber insanlar Türkleştirilmeye çalışılmış,tek dil yaratma çabasına girilmiş ve Kürtçe üzerinde yoğun bir baskı oluşturulmuştur.Geçen zaman içinde bırakın Kürtçe dergi,gazete,yazı yayımlamak,konuşmak dahi yasaklanmış,Kürt halkı kendi dilinde şarkı mırıldanınca “bölücü” olmuş,hapse atılmış,zulm görmüş,hala sırtlarında ve yüreklerinde izlerini taşıdıkları işkencelere maruz kalmışlardır.Çoğu Kürt aydını canlarıyla bedel ödemiştir.Kısacası her dönem Kürtlerin sesi kısılmıştır.
Gelelim sivil itaatsizlik kapsamında dile getirilen anadilde eğitime:24 Temmuz 1923’de İsviçre’de imzalanan Lozan Antlaşması’nın 39.maddesi tüm TC vatandaşlarının dil haklarına güvence getiriyor, anadilin basın-yayın alanı dahil, özel yaşamda serbestçe kullanılmasına hiçbir engel konamayacağını belirtiyor.Hatta son fıkrasında Türkçeden başka bir dil konuşan azınlıklara kendi dillerinde savunma yapabilme imkanı tanınıyor.Ancak Bugün KCK davasında hakimler, Kürtçeyi “anlaşılamayan” dil olarak adlandırıyor ve sanıkların bu şekilde savunma yapmalarına izin vermiyor. Görüldüğü üzere Lozan Antlaşması’nın bu hükmü 1923’den beri Kürt halkı için askıda kalıyor.
Artık Türkiye devleti Kürt halkı üzerindeki bu dil hegemonyasına bir son vermelidir.Her Kürt çocuğu anadilinde eğitim görebilmeli,dilini özgürce yaşayabilmelidir.Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan bu zulmü sonlandırmak Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından oldukça önemlidir.TC,Yasaklarla bir yere varamayacağının artık farkına varmalıdır.
Aksi halde bu ayıp Türkiye’nin kara talihine işlenecek ve tarih bu yapılanları unutmayacaktır.
2)Siyasi tutukluların serbest bırakılması:
Anayasamızın 25.maddesi gereğince “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Bu hükmün anayasa koyulmasına bir türlü anlam veremiyorum.Hayır madem uygulayamayacağın bir şey söz konusu o zaman ne diye anayasanda böyle bir hükme yer veriyorsun?
68li yıllardan,78li yıllara,karanlık 80 darbesinden,2000 yılındaki Hayata Dönüş Operasyonu’na ve son olarak 2010 yılındaki KCK davasına kadar Türkiye’nin siyasi tutukluluk bakımından oldukça kanlı,lekesi uzun yıllar çıkmayacak bir tarihi söz konusu.
İnsanlar düşüncelerinden ve bunları dile getirmelerinden dolayı yıllarca cezaevlerinde mahkum oldular,çeşitli işkencelerden geçirildiler.Bu vb uygulamalar 2011 Türkiye’sinde ne yazık ki hala geçerli.
BDP’nin en önemli isteklerinden biri de siyasi tutukluların artık serbest bırakılması.Barışın, kardeşliğin,demokrasinin ve özellikle de özgürlüğün konuşulduğu bu dönemde “siyasi tutukluluk” kavramının artık tarihe karışması gerekmektedir.Bunun tamamen anayasal güvenceye alınması şarttır.

3)Seçim barajının düşürülmesi:
Ülkemizde seçim sistemi anayasayla değil seçim kanunlarıyla düzenlenmiştir.10 Haziran 1983 tarihinde Milletvekili Seçim Kanunu nispi temsil sistemini benimsemiştir.Nispi temsil sistemi içinde de d’hondt usulü ve aynı zamanda da %10’luk genel baraj kabul edilmiştir. Bu yasal düzenlemeyle ülke genelinde %10'un altında kalan partiler Meclis'e milletvekili gönderememekte bir başka deyişle bu partilerin seçmenleri parlamentoda temsil edilememektedir.
Seçim yasaları ya temsilde adalet ya da yönetimde istikrar ilkelerine ağırlık verir.Çoğu zaman da ikisi arasına bir denge kurmaya çalışır. Temsilde adalet ilkesi, seçmen eğilimlerinin adaletli bir şekilde meclise dağılmasını,yönetimde istikrar ilkesi ise istikrarlı hükümetlerin kurulmasını amaçlar.Ülkemizde bu ikisi arasında bir denge kurulmaya çalışılmıştır.Ancak böyle bir dengenin kurulabildiğini söylemek oldukça zordur. Ülkemizdeki 2002 seçimlerinde TBMM’de temsil edilemeyen seçmenlerin toplam seçmen içindeki payının %45,3 olması ve 14,5 milyon oyun boşa gitmesi ülke baraj sisteminin ne denli sorunlu olduğunu gözler önüne sermektedir.
82’den beri birçok hükümet geldi geçti,bu konu bir çok siyasi partinin seçim vaadi oldu ancak başa gelen siyasi iktidarlar yönetimde istikrar ilkesinin arkasına sığınarak bu konu hakkında hiçbir şey yapmadı ya da yapmak istemedi.Ve durum Türkiye’de bir çok küçük siyasi parti için vurgun oldu.
Gelin bir de Avrupa ülkelerindeki seçim barajlarına bakalım ve Türkiye’de uygulanan %10 baraj uygulamasının ne kadar anti-demokratik olduğunu görelim:
• Almanya, Belçika, Estonya, Gürcistan, Macaristan, Moldova, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya seçim barajı % 5
• Avusturya, Bulgaristan, İtalya, Norveç, Slovenya, İsveç’te % 4,
• İspanya, Yunanistan, Romanya ve Ukrayna’da %3,
• Danimarka’da % 2,
• Hollanda’da %0.67
• İsveç, Finlandiya, İrlanda ve İzlanda’da ise baraj uygulaması bulunmuyor.
Bu rakamlara baktıktan sonra kimse kalkıp da istikrardan ve ileri demokrasiden bahsetmeye kalkmasın.Bu tablo gerçekten Türkiye için bir demokrasi ayıbıdır. İktidarın ve muhalefetin artık kendi çıkarlarını bir kenara bırakıp bu konuda düşünmelerinin ülke açısından faydalı olacağı kanaatindeyim.Unutulmamalıdır ki çok seslilik,çok renklilik demokrasinin gereğidir.

4)Askeri operasyonların durdurulması:
Kürt sorunu yıllardan beri konuşulamıyor hatta böyle bir sorunun varlığı yeni yeni kabul edilmeye başlanıyor.Bunu Türkiye açısından olumlu olarak görüyorum.Son yıllarda bu konuda önemli yol katedildiği inancındayım.
Kürt halkı %10 seçim barajına rağmen TBMM’de temsil edilmekte,haklarını,sorunlarını dile getirebilmektedirler.Sorunun silahlı mücadeleden siyasi platforma taşınması ve karşılıklı diyalogun oluşması ya da oluşturulmaya çalışılması,bir kamuoyu yaratılması,BDP’nin böyle bir politika izlemesi oldukça isabetli.Tabi ki bu tutum karşısında hükümet eli kolu bağlı oturmamalı,bir şeyler yapmalıdır.Alınan eylemsizlik kararlarına kulak verilmeli,talepler “barış” doğrultusunda değerlendirilmelidir.Bu sorunların artık siyasi arenada konuşulması,tartışılması gerekmektedir.Ve buna askeri operasyonlara son verilmesiyle başlanabilir.
Tabi ardından KCK davası geliyor. KCK’yla Kürt siyasetçilerine karşı operasyon adıyla bir siyasal soykırım sürecini izliyoruz.Bu operasyonla 2000'e yakın Kürt siyasetçisi tutuklandı, davada anadilde savunma hakkı engellendi.Bolca hukuksuzluğun döndüğü bu davaya artık bir “dur” demenin zamanıdır.Türkiye uzun yıllardan beri saptığı hukuk devleti çizgisine bir an önce geri dönmelidir.
Kürt halkına yapılan kültürel soykırım son bulmalıdır.Sizce de bu halk yeterince itaat ettirilmedi mi?

Bir KHK vardı,ne oldu ona?

KHK nedir?

Kanun hükmünde kararname (KHK),Bakanlar Kurulunun anayasadan doğrudan doğruya aldığı veya yasama organından yetki devri yoluyla aldığı sınırlı bir yetkiye dayanarak yaptığı,maddi anlamda kanun gücüne sahip,parlamentonun tasdiki ile şekli ve organik anlamda kanun gücünü kazanacak olan kararnamelerdir.

12 Mart muhtırası(yarı darbe)’nın ardından 71-73 anayasa değişiklikleriyle birlikte Bakanlar Kurulu’na KHK çıkarma yetkisi verilmiştir.(AY.91).82’den sonra bu yetki oldukça sık kullanılmaya başlanmakla beraber,Bakanlar Kurulu sanki yasamaymış gibi,sanki tek görevi KHK çıkarmakmış gibi davranmaya başlayınca ve özellikle de ANAP hükümeti döneminde iş çığrından çıkmaya başlayınca Anayasa Mahkemesi duruma el atmak durumunda kalmıştır.Anayasa Mahkemesi’nin oluşturduğu ve daha sonra da geliştirerek tekrarladığı içtihadına göre,ivedilik,zorunluluk,önemlilik olmak üzere üç adet ek şart KHK’nın olmazsa olmazıdır.

2011’de yeniden KHK(!)

Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra,uzun yıllar hükümetler KHK çıkarmaya yanaşmadılar.Ta ki 2. Erdoğan Hükûmeti’ne kadar.Bilindiği üzere-belki de bilinmediği,zira basında nedense hiç yer verilmedi-hükümete KHK çıkarma yetkisi veren;”Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” Resmi Gazete’de yayımlandıktan hemen sonra TBMM’ye sunuldu ve kabul edildi.

Seçimlere 6 ay kala apar topar hazırlanan ve bu denli güçlü olan yetki kanununun jet hızıyla kabul edilmesi doğal olarak kafalarda soru işaretleri oluşturuyor.Özellikle kamu personel rejimi ve çalışma düzeninde köklü değişiklere sebep olabilecek bir KHK olması kafalardaki şüpheleri güçlendiriyor.Şimdi gelin bir de KHK’nın gerekçesine bakalım:

“Yetki Kanunu Tasarısı ile kamu hizmetlerinin düzenli, etkin ve verimli bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının bakanlıklar arası dağılımının yeniden belirlenmesi ve kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesi öngörülmektedir.”

Türkçesi iyi olan ve algılama problemi yaşamayan her insan bu gerekçeyi okuduktan sonra,söz konusu gerekçede bir ivedilik ve zorunluluk olmadığını görecektir.

KHK ile nasıl kadrolaşılır?

Bu yetki kanunu ile birlikte memur,işçi ve sözleşmeli personelin çalışma koşullarıyla ilgili hükümlerde istenilen değişiklik yapılabilecek.Bunların içinde terfiden tutun da görevden almaya,emekliliğe sevk etmeye,atamaya kadar her şey var.Yani hükümet istediğine gel,istediğine git diyebilecek,istediğini de terfi ettirebilecek.

Sonuç

Bırakın siyasi partileri,hiçbir sivil toplum örgütünün,meslek örgütlerinin,sendikaların görüşleri alınmamış,-nedense(!)-meclis yok sayılmış,yasama yetkisi alelacele devralınmış.

Bütün bunlara baktığımızda olanların tamamen AKP hükümetine yakışır şeyler olduğunu görüyoruz.Umarım bu yetki kanunu bir an önce AYM’ye intikal eder ve AYM,kendisini kuşatan AKP zihniyetine bağlı olmaksızın bir karar verir.Yoksa olan yine bu ülkenin işçisine,memuruna olacaktır!!!