Sosyal sözleşme modern devletin inşası sırasında,bireylerin iradelerine dayanılarak yapılan bir sözleşmedir.Bu sözleşmeyle bireyler bir takım hak ve özgürlüklerinden ödün verir-doğal hakları hariç- ve karşılığında da toplum içinde özgürlük ve sahip olduğu şeyler üzerinde mülkiyet hakkı elde ederek,kendini güvence altına almış olur.
Sözleşmenin amacı ;bireylerin menfaatlerini koruyarak,güvence altına almak ve bu şekilde de devleti oluşturmaktır. Sözleşmede irade-rıza oldukça önemlidir.Zira bu durum siyasal iktidara itaatin meşruluğunu oluşturur.Bu şekilde bireylerin anlaşarak meydana getirdiği devlet ile aralarında karşılıklı bir etkileşim süreci başlar ki bunun akabinde de emir ve bu emre uygun davranmaya dayalı bir sistem oluşur.Bu sosyal sözleşmenin çiğnenmesi bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasını da beraberinde getirir.Bunun en önemli sonuçlarından biri sivil itaatsizliktir.
Sivil itaatsizlik, hukuk devleti düşüncesinin değerleri için, kamuoyu önünde gerçekleştirilen ve gerçekleştirildiği sırada bir başkasının daha üstün hakkına zarar vermeyen,sadece sosyal sözleşmenin çiğnenmesinden duyulan kaygıları dile getirmek için yapılan barışçıl bir protesto eylemidir .Buradaki amaç hükümetin politikasını ve çıkardığı yasaları tüm kamuoyu önünde eleştirerek,değiştirilmesini sağlamaktır.Şiddete dayanmayan,politik bir eylemdir.Dolayısıyla yasadışı olması yapılan eylemin meşru olmadığı anlamına gelmez.
Seçim virajına girdiğimiz bu günlerde BDP sivil itaatsizlik kararı aldığını kamuoyuyla paylaştı.BDP’nin böyle bir eyleme girişmesinin nedenleri var elbette.Bunlar başlıca: Anadilde eğitim, siyasi tutukluların serbest bırakılması,seçim barajının düşürülmesi ve askeri-siyasi operasyonların durdurulması.Bunların hepsini tek tek incelemekte fayda olduğunu düşünüyorum.
1)Anadilde eğitim sorunsalı:
Bir milleti birbirine kenetleyen,bir milleti millet yapan,onun varlığını ve devamlılığını sağlayan en önemli araçtır dil.Bir millet dilini özgürce yaşayamıyorsa,ona sahip çıkamıyorsa o millet asimile olmaya,kaybolmaya mahkumdur. bir halkın geçmişle bağının kopması,sağlıklı bir gelecek kurmasını engeller.
Türkiye’de karanlık “12 Eylül” dönemiyle birlikte Kürtçe dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir şekilde yasaklanmıştı.Gerçi Kürtçeyi yasaklama uygulaması sadece bu dönemde değil,cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bir politika haline getirilmişti.Bir “ulus” devlet kurulmuş,bununla beraber insanlar Türkleştirilmeye çalışılmış,tek dil yaratma çabasına girilmiş ve Kürtçe üzerinde yoğun bir baskı oluşturulmuştur.Geçen zaman içinde bırakın Kürtçe dergi,gazete,yazı yayımlamak,konuşmak dahi yasaklanmış,Kürt halkı kendi dilinde şarkı mırıldanınca “bölücü” olmuş,hapse atılmış,zulm görmüş,hala sırtlarında ve yüreklerinde izlerini taşıdıkları işkencelere maruz kalmışlardır.Çoğu Kürt aydını canlarıyla bedel ödemiştir.Kısacası her dönem Kürtlerin sesi kısılmıştır.
Gelelim sivil itaatsizlik kapsamında dile getirilen anadilde eğitime:24 Temmuz 1923’de İsviçre’de imzalanan Lozan Antlaşması’nın 39.maddesi tüm TC vatandaşlarının dil haklarına güvence getiriyor, anadilin basın-yayın alanı dahil, özel yaşamda serbestçe kullanılmasına hiçbir engel konamayacağını belirtiyor.Hatta son fıkrasında Türkçeden başka bir dil konuşan azınlıklara kendi dillerinde savunma yapabilme imkanı tanınıyor.Ancak Bugün KCK davasında hakimler, Kürtçeyi “anlaşılamayan” dil olarak adlandırıyor ve sanıkların bu şekilde savunma yapmalarına izin vermiyor. Görüldüğü üzere Lozan Antlaşması’nın bu hükmü 1923’den beri Kürt halkı için askıda kalıyor.
Artık Türkiye devleti Kürt halkı üzerindeki bu dil hegemonyasına bir son vermelidir.Her Kürt çocuğu anadilinde eğitim görebilmeli,dilini özgürce yaşayabilmelidir.Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan bu zulmü sonlandırmak Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından oldukça önemlidir.TC,Yasaklarla bir yere varamayacağının artık farkına varmalıdır.
Aksi halde bu ayıp Türkiye’nin kara talihine işlenecek ve tarih bu yapılanları unutmayacaktır.
2)Siyasi tutukluların serbest bırakılması:
Anayasamızın 25.maddesi gereğince “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Bu hükmün anayasa koyulmasına bir türlü anlam veremiyorum.Hayır madem uygulayamayacağın bir şey söz konusu o zaman ne diye anayasanda böyle bir hükme yer veriyorsun?
68li yıllardan,78li yıllara,karanlık 80 darbesinden,2000 yılındaki Hayata Dönüş Operasyonu’na ve son olarak 2010 yılındaki KCK davasına kadar Türkiye’nin siyasi tutukluluk bakımından oldukça kanlı,lekesi uzun yıllar çıkmayacak bir tarihi söz konusu.
İnsanlar düşüncelerinden ve bunları dile getirmelerinden dolayı yıllarca cezaevlerinde mahkum oldular,çeşitli işkencelerden geçirildiler.Bu vb uygulamalar 2011 Türkiye’sinde ne yazık ki hala geçerli.
BDP’nin en önemli isteklerinden biri de siyasi tutukluların artık serbest bırakılması.Barışın, kardeşliğin,demokrasinin ve özellikle de özgürlüğün konuşulduğu bu dönemde “siyasi tutukluluk” kavramının artık tarihe karışması gerekmektedir.Bunun tamamen anayasal güvenceye alınması şarttır.
3)Seçim barajının düşürülmesi:
Ülkemizde seçim sistemi anayasayla değil seçim kanunlarıyla düzenlenmiştir.10 Haziran 1983 tarihinde Milletvekili Seçim Kanunu nispi temsil sistemini benimsemiştir.Nispi temsil sistemi içinde de d’hondt usulü ve aynı zamanda da %10’luk genel baraj kabul edilmiştir. Bu yasal düzenlemeyle ülke genelinde %10'un altında kalan partiler Meclis'e milletvekili gönderememekte bir başka deyişle bu partilerin seçmenleri parlamentoda temsil edilememektedir.
Seçim yasaları ya temsilde adalet ya da yönetimde istikrar ilkelerine ağırlık verir.Çoğu zaman da ikisi arasına bir denge kurmaya çalışır. Temsilde adalet ilkesi, seçmen eğilimlerinin adaletli bir şekilde meclise dağılmasını,yönetimde istikrar ilkesi ise istikrarlı hükümetlerin kurulmasını amaçlar.Ülkemizde bu ikisi arasında bir denge kurulmaya çalışılmıştır.Ancak böyle bir dengenin kurulabildiğini söylemek oldukça zordur. Ülkemizdeki 2002 seçimlerinde TBMM’de temsil edilemeyen seçmenlerin toplam seçmen içindeki payının %45,3 olması ve 14,5 milyon oyun boşa gitmesi ülke baraj sisteminin ne denli sorunlu olduğunu gözler önüne sermektedir.
82’den beri birçok hükümet geldi geçti,bu konu bir çok siyasi partinin seçim vaadi oldu ancak başa gelen siyasi iktidarlar yönetimde istikrar ilkesinin arkasına sığınarak bu konu hakkında hiçbir şey yapmadı ya da yapmak istemedi.Ve durum Türkiye’de bir çok küçük siyasi parti için vurgun oldu.
Gelin bir de Avrupa ülkelerindeki seçim barajlarına bakalım ve Türkiye’de uygulanan %10 baraj uygulamasının ne kadar anti-demokratik olduğunu görelim:
• Almanya, Belçika, Estonya, Gürcistan, Macaristan, Moldova, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya seçim barajı % 5
• Avusturya, Bulgaristan, İtalya, Norveç, Slovenya, İsveç’te % 4,
• İspanya, Yunanistan, Romanya ve Ukrayna’da %3,
• Danimarka’da % 2,
• Hollanda’da %0.67
• İsveç, Finlandiya, İrlanda ve İzlanda’da ise baraj uygulaması bulunmuyor.
Bu rakamlara baktıktan sonra kimse kalkıp da istikrardan ve ileri demokrasiden bahsetmeye kalkmasın.Bu tablo gerçekten Türkiye için bir demokrasi ayıbıdır. İktidarın ve muhalefetin artık kendi çıkarlarını bir kenara bırakıp bu konuda düşünmelerinin ülke açısından faydalı olacağı kanaatindeyim.Unutulmamalıdır ki çok seslilik,çok renklilik demokrasinin gereğidir.
4)Askeri operasyonların durdurulması:
Kürt sorunu yıllardan beri konuşulamıyor hatta böyle bir sorunun varlığı yeni yeni kabul edilmeye başlanıyor.Bunu Türkiye açısından olumlu olarak görüyorum.Son yıllarda bu konuda önemli yol katedildiği inancındayım.
Kürt halkı %10 seçim barajına rağmen TBMM’de temsil edilmekte,haklarını,sorunlarını dile getirebilmektedirler.Sorunun silahlı mücadeleden siyasi platforma taşınması ve karşılıklı diyalogun oluşması ya da oluşturulmaya çalışılması,bir kamuoyu yaratılması,BDP’nin böyle bir politika izlemesi oldukça isabetli.Tabi ki bu tutum karşısında hükümet eli kolu bağlı oturmamalı,bir şeyler yapmalıdır.Alınan eylemsizlik kararlarına kulak verilmeli,talepler “barış” doğrultusunda değerlendirilmelidir.Bu sorunların artık siyasi arenada konuşulması,tartışılması gerekmektedir.Ve buna askeri operasyonlara son verilmesiyle başlanabilir.
Tabi ardından KCK davası geliyor. KCK’yla Kürt siyasetçilerine karşı operasyon adıyla bir siyasal soykırım sürecini izliyoruz.Bu operasyonla 2000'e yakın Kürt siyasetçisi tutuklandı, davada anadilde savunma hakkı engellendi.Bolca hukuksuzluğun döndüğü bu davaya artık bir “dur” demenin zamanıdır.Türkiye uzun yıllardan beri saptığı hukuk devleti çizgisine bir an önce geri dönmelidir.
Kürt halkına yapılan kültürel soykırım son bulmalıdır.Sizce de bu halk yeterince itaat ettirilmedi mi?